Medresetü’z-zehra eğitim modeli ( 1)
Beşer
hayatında en temel mesele eğitimdir. Geçmişte, medrese ile mektebin ayrılması;
bir kanatta cehalet, diğerinde taassuba yol açmıştı. Günümüzde, Pakistan gibi
bazı ülkeler hariç tutulursa, Türkiye
başta olmak üzere, birçok İslȃm ülkesinde
medreseler eski fonksiyonunu yitirmiş ve sayıları çok azalmıştır. (Türkiye’de
1924 yılında resmen kapatılmış olsalar da bazı bölgelerde gayr-ı resmȋ şekilde
varlıklarını sürdürmüşlerdir.) En etkin medreselerin başında gelen Mısır’daki
El-Ezher Medresesi de 20. asrın ikinci yarısında üniversiteye dönüşmüştür.
Eskiden
mekteplilerle medreseliler arasında, taassup-cehalet çatışması şeklinde tezahür
eden ayrışma; zaman içinde tüm cemiyeti kapsayacak şekilde derinleşmiş, hayat
tarzı ve felsefesiyle, biri seküler veya ırkçı bir anlayışa sahip, diğeri dinȋ
hassasiyeti olan, birbirinden farklı iki zıt grup oluşmuştur. Bu iki kesimi
uzlaştırarak, barış içinde birlikte yaşamalarını sağlayacak olan ancak doğru
bir eğitimdir.
Bediüzzaman
Said Nursi, bundan bir asır önce, bu konuda , “Medresetü’z-zehra” adını verdiği bir eğitim modeli önermişti. “Münazarat” adlı eserinde, “Medresetü’z-zehra”
namını verdiği ve “Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve
lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak.” şeklinde genel
çerçevesini çizdiği bu eğitim kurumunun önemini, soru-cevap tarzında
anlatmaktadır.
Ayrıca,
Emirdağ Lahikası adlı eserinde yer alan; “Reis-i Cumhura ve Başvekile”
başlıklı bir mektupta; “Medresetü’z-zehra” projesinin İslȃm ȃlemi için ehemmiyeti
açıklanmaktadır.
Kanaatimce,
günümüzde böyle bir eğitim modeline duyulan ihtiyaç azalmamış, daha da artmıştır.
Bilindiği gibi
Bediüzzaman, Osmanlı’nın son dönemlerinde Sultan Reşad zamanında ve
Cumhuriyetin hemen öncesinde, devlet erkȃnını Şarkta bir eğitim kurumunun
tesisine ikna etmişti.
Sultan Reşad zamanındaki teşebbüs, I. Cihan Savaşı sebebiyle; Cumhuriyetin başlarındaki ise Şeyh Said hadisesi ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu gibi sebeplerle akȋm kalmıştır.
Sultan Reşad zamanındaki teşebbüs, I. Cihan Savaşı sebebiyle; Cumhuriyetin başlarındaki ise Şeyh Said hadisesi ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu gibi sebeplerle akȋm kalmıştır.
Meclis tutanaklarındaki şekliyle; “Van’da Medresetü’z-zehra
namıyla bir darü’l-ulum-ı İslâmiye inşa ve küşadı (açılması) ve
masarif-i inşaiyesi içün... 1339 (1923) senesi
Şer’iye ve Evkaf büdcelerine yüz elli bin lira idhal edilmesi” ni öngören, 17.02.1923 tarihli kanun teklifi, TBMM Genel Kuruluna havale edilmiş ise de
kanunlaşamayarak 1925 yılında kadük olmuştur.
Söz konusu teklifin Maarif Encümeni yerine, Şer’iye ve Evkaf
Encümeninden geçmesi ve adının “Darü’l- ulum-ı İslȃmiye” yani, “İslȃmî İlimler
Fakültesi” olması, sadece dinȋ bir eğitim müessesesi olarak düşünüldüğünü
göstermektedir. Bu durumda, şayet tasarı o haliyle yasalaşmış olsa idi, acaba
Bediüzzaman’ın amacını karşılayabilir miydi, doğrusu, bundan şahsen emin
değilim.
Daha sonraki yıllarda, Cumhurbaşkanlarınca, 1 Kasım günleri yapılan
Meclis açış konuşmalarında, Doğu Anadolu Bölgesinde bir üniversite kurulması
konusu, tekrar gündeme gelmiş ve bilhassa Demokrat Partinin iktidara gelmesiyle
ciddi olarak programa alınmıştır. Şöyle ki;
1 Kasım1937’de
Meclis açış konuşmasında, Reis-i Cumhur
M. Kemal tarafından üniversitelerle ilgili çalışmalar sıralanırken: “...ve
doğu bölgesi için, Van Gölü sahillerinin en güzel bir yerinde, her şubeden
ilkokullar ile ve nihayet üniversite ile modern bir kültür şehri inşa yolunda,
şimdiden fiiliyata geçilmelidir.” şeklinde bir ifade yer almaktadır.
İsmet İnönü
döneminde (Kasım 1938 – Mayıs 1950), Doğu Üniversitesinden söz edilmiyor.
1950 yılında, yeni Reis-i Cumhur C. Bayar, 1 Kasım Meclis açış
konuşmasında; M. Kemal’in 1937 yılı konuşmasına atıfta bulunarak, yukarıda yer
alan ifadeyi aynen tekrar etmiştir. Sonraki yıllarda, C. Bayar’ın söz konusu
açış konuşmalarında, bu konunun şu şekilde geliştiği görülmektedir:
1 Kasım1952; “... Yüksek Meclisinizce kabul buyurulan ödenekle,
mütehassıs bir «ilim heyetine», icabeden
tetkikler yaptırılmış ve neticede: Doğu’da bir üniversite kurulması için lȃzım
gelen şartların mevcut olduğu... kanaati teyit edilmiştir. Müstakbel Doğu
Üniversitesinin kuruluş kanunu tasarısı hazırlanarak, yüksek tasvibinize arz
olunmuştur.”
1 Kasım 1953; “...
Doğu’da bir üniversitenin kurulması için yapılan hazırlıklar tamamlanmış; ...Bu
büyük ve yeni kültür müessesemize, yeni Türkiye’nin ve inkılȃpların bȃnisi
büyük şahsiyetin ismine izafeten, «Atatürk Üniversitesi» adını vermeyi uygun
bulurum.”
1 Kasım 1955; “...Atatürk Üniversitesinin hazırlıkları
ilerlemektedir. Bu büyük davayı gerçekleştirmek için, «Nebraska» Üniversitesi
ile Türk mütehassısları müşterek çalışmalarına başlamışlardır... en geç 1958
yılında tedrisata başlanacaktır.”
(Not: Konuşma metinleri Resmi Gazete arşivinden alınmıştır.)
50’li yıllarda,
DP Hükümetinin Doğu’da bir üniversite kurma teşebbüsünün; Bediüzzaman
tarafından yakȋnen takip edildiğini, tasvip ve teşvik gördüğünü, Emirdağ
Lȃhikasında yer alan konu ile ilgili birçok mektuptaki beyanlardan öğrenmekteyiz.
Misȃl olarak:
“Heyet-i Vekileye (Bakanlar Kuruluna) ve Tevfik
İleri'ye (Milli Eğitim Bakanı) arz ediyoruz ki: Şark Üniversitesi hakkında çok kıymettar hizmetinizi Üstadımıza söyledik. O dedi:
Ben hasta olmasaydım, ben de o mesele için vilâyat-ı şarkiyeye gidecektim. Ben bütün ruh u canımla Maarif Vekilini
tebrik ediyorum...”
“Doğu Üniversitesi Hakkında Tahrifçi Bir Gazeteye Cevaptır. ...Şimdi Atatürk Üniversitesi namı verilen bu darülfünunun küşadına üstadımız Said Nursî 50 seneden
beri büyük bir gayretle çalışmıştır. ... Sultan Reşad, bu Darülfünunun inşası
için 19 bin altın tahsis etmiş, Van'da Üstadımız temellerini atmıştı. Fakat
Harb-i Umumînin vukuuyla geri kalmıştı. Sonra devr-i Cumhuriyetin iptidasında...
Üstadımız tekrar teşebbüse geçmişti... Şark Darülfünununun
tesisi için 150 bin banknotun 200 mebustan 163 mebusun imzası ve Mustafa
Kemal'in tasdikiyle verilmesine karar verilmişti. Demek ki, şarkın en mühim meselesi o zaman o üniversiteydi. Şimdi yirmi
derece daha ziyade ihtiyaç var. Nihayet yine Üstadımızın maddî ve mânevî gayret
ve teşvikleri neticesiyle yapılmasına bu hükûmet-i İslâmiye zamanında karar verildi.
...Üstadımızın hastalığı münasebetiyle hizmetinde bulunan Nur talebeleri”
“Reis-i
Cumhura ve Başvekile, ...Reisicumhur gayet mühim mesâil-i siyasiye içinde Şark
Üniversitesini en ehemmiyetli bir mesele yapıp hattâ
harika bir tarzda altmış milyon liranın o üniversiteye sarfı için bir kanun
çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmetle...”
“Mâdem
elli beş sene bu meseleye bütün hayatını sarf etmiş ve bütün dekaikiyle ve
neticeleriyle tetkik etmiş bir adamın bu meselede reyini almak ve fikrini
sormak lâzım gelirken, Amerika'da, Avrupa'da bu meseleye dair istişareye
kendinizi mecbur bildiğinizden, elbette benim de bu meselede söz söylemeye
hakkım var... Said Nursȋ”
Özellikle
bu son beyanattan, söz konusu üniversitenin kuruluş çalışmalarının, Bediüzzaman
tarafından çok yakından takip edildiği ve hatta Hükûmetin bu konuda
yabancılarla istişare yaptığı bilgisine dahi sahip olduğu anlaşılmaktadır.
Nitekim C. Bayar’ın 1955 yılı konuşmasında da geçtiği gibi, yapılan görüşmeler
sonucu, Amerikan’ın Nebraska Üniversitesi ile teknik yardım ve işbirliği
anlaşması sağlanmış ve adı geçen üniversiteden gelen öğretim elemanları on yıllık
bir süre ile eğitimde görev almışlardı. (Devam edecek)
Medresetü’z-zehra eğitim modeli (2)
Medresetü’z-zehra’nın
teessüsünden beklenenin ne olduğuna baktığımızda, iki temel amacın bulunduğunu
görüyoruz:
Birincisi:
Fen ilimlerinden habersiz eğitim gören medrese ehlinde meydana gelen taassubu
ve dinȋ ilimlerden mahrum mekteplilerde oluşan cehaleti ortadan kaldırarak, bu
iki kesimin barışmasını sağlamak.
Diğeri:
Osmanlı coğrafyasında; Arap, Kürt ve Türkler arasında kavmiyetçilik fikri ile
meydana gelmesi muhtemel tefrikanın önlenmesi ile bu unsurların kaynaşmasını
sağlamak.
Emirdağ
Lahikasında, “Reis-i Cumhura ve Başvekile” başlıklı mektupta geçen, “...bir İslâm
üniversitesi Asya'da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ:
Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan'daki milletleri, menfi
ırkçılık ifsat etmesin.” şeklindeki
ifadeden; ikinci amacın şümulünün genişletildiğini ve
sadece dar bir bölgeye değil, geniş bir İslȃm coğrafyasına hitap edecek şekilde,
bir “İslâm üniversitesi” olarak tanımlandığını görüyoruz.
Son
zamanlarda, Medresetü’z-zehra ile
ilgili birçok makale kaleme alındığını ve çeşitli platformlarda görüş beyan
edildiğini görmekteyiz. Tekrara girmeden, bu konuda akla gelen birkaç soruya
cevap bulmaya çalışalım.
1.
Soru: “Medresetü’z-zehra Üniversitesinde” eğitim dili ne olacaktır? Bazılarının
iddia ettiği gibi, çok dilli (üç dilde) bir eğitim söz konusu mudur?
Bu sorusunun
cevabını verirken, yukarıda belirtilen ikinci maksadı göz önünde tutmak
gerekir. Çok dilli eğitim; aynı eğitimin farklı
dillerde yapılmasıdır. Meselȃ, (A) Üniversitesinin Tıp Fakültesi çatısı
altında, İngilizce ve Türkçe eğitim
veren bölümlerin aynı anda yer alması gibi. Yani, bir bölümdeki öğrenciler
eğitimi İngilizce görürken; diğer bölümdekiler, aynı eğitimi Türkçe olarak
almaktadırlar. Bu durumda çok dilli eğitimden söz edebiliriz.
Diğer
yandan, aynı Üniversitenin meselȃ İlahiyat Fakültesinde, eğitim dili Türkçe
olmakla birlikte; zorunlu ders olarak
Arapça ve seçmeli ders şeklinde de Farsça dilleri öğretilmektedir. Bu durumda
eğitim tek dilde yapılmakta, fakat aynı zamanda birden çok dil öğretilmektedir.
Ülkemizde
birçok Üniversitede her iki uygulamanın örnekleri bulunmaktadır.
Şayet,
“Medresetü’z-zehra”da Arapça, Türkçe ve Kürtçe dillerinde, çok dilli bir eğitim
öngörülmüş olsaydı, Müellif-i Muhterem bunu açıkça ifade eder, bu dilleri
“vacip-caiz- lâzım” şeklinde kategorize etmezdi.
Bu tasniften çıkarılacak sonuç: Arapçanın, vacip yani zorunlu ortak eğitim dili
olması; Türkçenin, resmȋ dil olması sebebiyle, mezunların devlette görev
alabilmesi için, öğretilmesinin lâzım yani gerekli olduğu; Kürtçenin de, Medresetü’z-zehra’nın
tesisinin öngörüldüğü bölge halkının çoğunluğunun ana dili olması sebebiyle
caiz, yani isteyenlere bu dilin eğitiminin verilebileceğidir.
Aksi
takdirde; eğitimin ortak bir dil yerine, üç dilde ayrı ayrı yapıldığı, çok
dilli bir müessesede, farklı unsurlar arasında amaçlanan kaynaşma sağlanamaz.
2.
Soru: “Medresetü’z-zehra” modelinde
öngörülen eğitim sistemi nasıl olacaktır? Amaçlanan, fen ilimleri
ile din ilimlerinin bir arada okutulması mıdır?
“Medresetü’z-zehra”
modeli eğitim sisteminde esas olan; fen ve din ilimlerinin birlikte okutulması
değil, bu ilimlerin birbiriyle “mezc ve derc” edilerek okutulmasıdır.
Yani, aralarındaki çelişkilerin ortadan kaldırılarak, birbiriyle uyumlu hale
getirilip kaynaştırılması ve böylece yukarıda belirtilen taassup ve cehaleti ortadan
kaldıracak şekilde bir eğitimin uygulanmasıdır.
Bu
noktada; son zamanlarda piyasaya sürülen ve çokça eleştirilen niteliksiz
sadeleştirme çalışmalarında yapılan hatalar gibi, orijinal metinde geçen “Fünun-u
cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc” ibaresini; “fen ve din
ilimlerinin birlikte okutulması” şeklinde ifade etmek hatalı olur.
Çünkü
Müellif, bu ilimler birlikte okutulacak demiyor, bu ilimler “mezc ve derc” edilmelidir,
diyor. Bunun anlamı: Bu dersler arasındaki çelişkiler giderilerek, birbiri ile
uyumlu hale getirilmelidir. Bu manayı doğrulayan ifade: “Vicdanın
ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla
hakikat tecellî eder” beyanıdır. İmtizaç, çelişkilerin giderilmesi ile
sağlanabilir.
Bu
ibareyi, fen ve din derslerinin birlikte okutulacağı, şeklinde anlamak; “İmam
Hatip Okulu” gibi bir modelin hedeflendiği manasına gelir. Fen ve din
ilimlerinin birlikte okutulması, lise düzeyinde bir dereceye kadar mümkün olsa
da, ihtisas çağında, böyle bir üniversite modeli gerçekçi olmaz.
Yüksek
öğretimde, din ilimleri tahsil edecek talebenin, temel fen bilgilerine sahip
olması ve fen dalında eğitim görecek olanların, temel dinȋ bilgilere sahip
olması, elbette gereklidir. Fakat bu ihtiyaç, üniversite öncesi eğitimde
sağlanmış olmalıdır.
Söz
konusu iki ilim dalına ait derslerin, mevcut haliyle birlikte okutulması
durumunda, meselȃ; Beşer tarihini altı-yedi bin yılla sınırlayan dinȋ bir ders
ile yeryüzünde sekiz- on bin yıldan daha eski pek çok yerleşim yeri kalıntılarının
bulunduğunu anlatan bir arkeoloji dersinin, aynı çatı altında birlikte
okutulması, aradaki çelişkiyi gidermez, artırır.
Açıkçası,
bu altı-yedi bin yıl meselesi İsrailiyat değil ise tevil ve tefsire muhtaçtır.
Günümüzde yapılan arkeolojik kazılar ve karbon testi gibi ilmȋ çalışmalar,
beşer tarihinin altı-yedi bin yılın çok ötesine geçtiğini göstermektedir.
(Bediüzzaman, beşer tarihinin yedi bin yıl olduğuna dair rivayetle ilgili
olarak; Rumuzat-ı Semaniye adlı Risalenin son bölümlerinde önemli izahatta
bulunmaktadır.)
Bunun
gibi, insanın balçıktan yaratıldığını anlatan bir tefsir dersi ile türlerin
tekȃmülünden bahseden bir biyoloji dersini bir arada okutmak da şüpheleri
gidermeyecek, artıracaktır.
Yapılacak iş; öncelikle bu iki ilim dalının
aralarındaki çelişkilerin giderilerek, birbiri ile uyumlu hale getirilmesidir. Açıkçası;
bir taraftan kȃinatın, haricî sebeplerle, tesadüfen veya kendi kendine var
olmayıp, yüce bir Sanatkȃr’ın eseri olduğu, Tabiat Risalesi’ndeki gibi mantıkȋ
delillerle izah ve ispat ile; diğer
taraftan, Cenab-ı Hak’kın takdiri ve kanunları dairesinde, Kȃinatta daimȋ bir
tekȃmülün cereyan etmekte olduğunun ortaya konulmasıdır.
Elbette bu husus, Darwin’in iddia ettiği gibi tabiatçı
bir bakış açısı ile değil ve fakat Muhakemat adlı eserinde “...hilkat-i
âlem, kanun-u tekâmüle tâbidir.” diyen Bediüzzaman’ın tevhidî bakış açısı
ile olmalıdır.
Bu arada, Darwin’den bir asır önce,
varlıkların tekȃmülünden bahseden Erzurumlu İbrahim Hakkı ve benzeri İslȃm
ȃlimleri de hatırlanmalıdır.
Risale-i Nur Külliyatında, fen ve din ilimlerinin mecz ve derc
edilmesi yönündeki çalışmalara ışık tutacak, ölçü ve rehber niteliğinde pek çok
bilgi bulunmaktadır. Bu meyanda, “Akıl ve nakil teâruz ettikleri (çeliştikleri)
vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur -Muhakemat” ve “...ȃlemde
tekȃmül kanunu vardır... -İşȃrȃtü’l- İ’cȃz”. Ayrıca, 20. Söz’de
ilmȋ keşiflere işaret eden, Peygamberlerin mucizelerinden haber veren ayetlerin
tefsirleri ile 5. Şua’da, ȃhir zamanla ilgili hadislerin tevil ve tefsirleri
zikredilebilir.
Fen
ve din ilimleri arasında, birbiri ile alȃkadar sahalarda görülen çelişkiler
izale edildiği ve din adamlarına temel fen bilgileri, fen adamlarına da temel
dinî bilgiler verildiği takdirde sorun çözülecektir. Bu durumda, meselȃ,
zelzele ile ilgili bir ayeti okuyan bir ilȃhiyat mensubu, zelzele hadisesini
fennen açıklayan jeoloji diye bir ilim dalı olduğunu hatırlar; diğer taraftan,
yer katmanlarının hareketlerini inceleyen bir jeolog, bu hareketlerin tesadüfen
meydana gelmediğini, Cenab-ı Hak’kın fıtrat kanunları dairesinde cereyan
ettiğini anlatan dinȋ metinleri düşünür. Böylece biri taassuptan, diğeri
cehaletten kurtulmuş olur. (Devam edecek)
“Medresetü’z-zehra” eğitim modeli (3)
“Medresetü’z-zehra”nın eğitim modeliyle ilgili;
3. Soru: Emirdağ Lahikasında geçen; “Medresetü'z-Zehra mânâsında, Câmiü'l-Ezher üslûbunda bir darülfünun, hem mektep, hem medrese olarak bir üniversite için, tam elli beş senedir Risale-i Nur'un hakaikine çalıştığım gibi ona da çalışmışım” beyanındaki “Câmiü'l-Ezher üslûbu”ndan kasıt nedir?
3. Soru: Emirdağ Lahikasında geçen; “Medresetü'z-Zehra mânâsında, Câmiü'l-Ezher üslûbunda bir darülfünun, hem mektep, hem medrese olarak bir üniversite için, tam elli beş senedir Risale-i Nur'un hakaikine çalıştığım gibi ona da çalışmışım” beyanındaki “Câmiü'l-Ezher üslûbu”ndan kasıt nedir?
Câmiü'l-Ezher,
10’ncu asırda, Fatimȋler tarafından, Şiiliğin neşri amacıyla, Kahire’de bir
medrese külliyesi olarak tesis edilmiş, fakat bilahare, Eyyubȋlerin Mısır’a
hȃkim olması ile Sünnȋ anlayış benimsenmiş,
eğitim ve fetvalar Sünnȋ görüşe göre verilmiştir. Asırlarca, İslȃmî ilim
merkezi olarak; Kur’an, Fıkıh, Mantık, Belagat, Astronomi gibi dersler
okutulurken; 1960’dan sonra, Tıp, İşletme ve Mühendislik gibi fakülteler
eklenerek üniversite yapısına dönüştürülmüştür.
Kaynaklardan, 19.yüzyılın
sonlarında yayına başlayan el-Menȃr adlı dergide, o devirde Ezher’i yetersiz
gören Reşid Rıza ve M. Abduh gibi yenilikçi ȃlimlerin, bu müessesenin ıslȃhı
konusunda makaleler yayımlamış olduklarını öğreniyoruz.
Üniversite
Rektörünün (Şeyhinin) Mısırdaki darbe yanında tavır alması ve ayrıca üniversitenin
web sitesinin İngilizce versiyonunun hȃlȃ yapım aşamasında olduğu gibi
göstergelerden, mezkur zatların yenilikçi ıslah çabalarının kalıcı bir tesiri
olmadığı söylenebilir. (http://www.azhar.edu.eg/)
Bu noktada,
El-Ezher’in bugünkü durumu; Vahhabilik, Selefilik ve benzeri cereyanların
etkisi ile Şia’ya karşı tavrı; ayrıca, Türkiye’de basılan Mushaflarla ilgili geçmişte
vermiş olduğu menfi fetva ile son zamanlarda tartışma konusu olan bazı güncel
fetvalar gibi hususlar üzerinde ayrıca durulmalıdır.
Acaba, Bediüzzaman
Hz.lerinin “Ezher üslûbu’ndan” kastı, İslȃm ȃlemine hitap eden ve aynı zamanda
fetva yetkisine sahip bir müessese olabilir mi? Dikkat edilirse; “üslûb” yani
tarz, şekil olarak, Ezher’ alınıyor fakat “Medresetü'z-Zehra mânâsında” ifadesinden,
“mânâ” yani anlam, muhteva (içerik) bakımından, yeni bir yapı düşünüldüğü anlaşılıyor.
Müellif-i
Muhterem tarafından, Meşrutiyet sonrası 1910’lu yılların başında,
Bitlis-Van-Diyarbakır üçgeninde bölgesel olarak tesisi önerilen bu müessesenin,
daha sonra, 1950’li yıllarda; “...bir İslâm üniversitesi Asya'da lâzımdır.
Tâ ki İslâm kavimlerini... menfi ırkçılık ifsat etmesin.” ifadesiyle, uluslararası bir vasıfta olması
öngörülmüş olmasına rağmen; halen bu konu üzerine yapılan fikir beyanları,
nedense bölgesel bazda kalmakta ve Emirdağ Lahikasında ifade edilen uluslararası
nitelikte olması hususu pek fazla dikkate alınmamaktadır.
Netice
itibariyle; kurulacak Medresetü'z-Zehra Üniversitesinin; El-Ezher gibi İslȃm ȃlemine hitap eden ve
önemli meselelere çözüm üreten (fetva yetkisine haiz); eğitim muhtevası ise
medrese ile mektep manalarını kapsayacak şekilde olması, söylenebilir.
4. Soru: “Medresetü’z-zehra
Üniversitesi”nin çatısı altında hangi fakülte ve bölümler yer alacaktır; Bu
üniversitenin; “Hem mektep, hem medrese” vasfını taşıyabilmesi için, nasıl bir
eğitim programı uygulanacaktır?
Ayrıca, başlangıçta bölgesel olarak düşünüldüğünde, üç dilden (Arapça, Kürtçe, Türkçe) söz edilmişken; geniş bir coğrafyaya hitap edecek bir İslȃm Üniversitesinde, bugünün global dünyasında, programa başka hangi dillerin eklenmesi gerekir?
Ayrıca, başlangıçta bölgesel olarak düşünüldüğünde, üç dilden (Arapça, Kürtçe, Türkçe) söz edilmişken; geniş bir coğrafyaya hitap edecek bir İslȃm Üniversitesinde, bugünün global dünyasında, programa başka hangi dillerin eklenmesi gerekir?
Takip edebildiğim kadarıyla, Medresetü’z-zehra üzerine yapılan
sempozyumlarda sunulan tebliğlerde ve konu ile ilgili yayımlanan pek çok makale
ve yazılarda, bir takım değerli fikirler serdedilmiş olsa da, bu sorulara tam
bir cevap bulamadım. Yani henüz zarftan mazrufa, isimden içeriğe
geçilememiştir.
Köprü Dergisi’nin arşivlerinde de konu ilgili bazı yazılar
bulunmaktadır. 68’nci sayıda, “Bir Model Olarak Medresetüzzehra
Projesi” başlıklı oldukça muhtevalı bir makale yayımlanmış, fakat orada da
“Bediüzzamanın, üç dilde tedrisat yapılmasını öngördüğü ve DP zamanında Doğu
Üniversitesi konusunda yabancılarla istişare yapılmasını tasvip etmediği” gibi
bir yargıya varıldığı görülmektedir.
Netice itibariyle: Medresetü’z-zehra’nın teşkilat şeması ve
müfredat programı konusunda ciddi anlamda plȃnlı- projeli akademik çalışmalara
ihtiyaç bulunmaktadır. Bu hususta, özellikle Risale-i Nur’a vakıf, İslȃm ȃlemi
ve Batıdaki eğitim kurumlarının yapısını bilen; eğitimci akademisyenlere önemli
görevler düşmektedir. Ancak iyi bir ekip çalışması ile Bediüzzaman Hz.lerinin
öngördüğü şekilde bir eğitim kurumunun, teşkilat şeması ve müfredat programı
ortaya çıkarılabilir.
Son zamanlarda çeşitli zeminlerde, Medresetü’z-zehra Projesi’nin
hayata geçirilmesi yönünde talepler dile getirilmektedir. Şayet bir gün bu
talepler karşılık bulur ise, bu üniversitenin teşkilat yapısı ve eğitim
programları konusunda, daha fazla gecikmeden, gerekli çalışmalar şimdiden
başlatılmalıdır.
Bu çalışmalar yapılırken, kuşkusuz, temel kaynak olarak; tümüyle
Risale-i Nur Külliyatı, özellikle de; Münazarat, Muhakemat, İşarat-ül İ’caz ve
Tabiat Risalesi gibi eserler esas alınacaktır. Bu bağlamda aşağıdaki beyanları göz önünde
bulundurmak gerekir:
“...fünun-u cedide yanında ulûm-u diniye de lâzım ve elzemdir.”
“...Şarkın terakkiyatı din ile kaimdir. Başka vilâyetlerde sırf fünun-u cedide
okutturursanız da, Şarkta... ulûm-u diniye esas olmalıdır."
“...Şark Darülfünununun ilk müteşebbisinin bir ders kitabı olan ve
ulûm-u müsbete ve fenniye ile ulûm-u imaniyeyi barıştıran ve bu otuz seneden
beri bütün filozoflara meydan okuyan... Risale-i
Nur'un...” “... Ulûm-u diniye o üniversitede esas olacak.”
“...Ehl-i
medrese, ehl-i mektep, ehl-i tekkenin musalâhalarıdır. Tâ, temayül ve tebadül-ü
efkâriyle lâakal maksatta ittihad eylesinler.”
“...Şark Üniversitesinin bir nevi programı
olmaya lâyık üssü'l-esas dersi ise, Kur'ân-ı Hakîmin hakaik-i imaniyesini
tefsir eden ve bütün meselelerini, fünun-u akliye ile ve delâil-i mantıkıye ve
müsbete ile tesbit ettiren ve mâkulâtla ders veren Risale-i Nurdur ki, yeni
asrın üniversitelerinde ve mekteplerinde okutulmaya şâyandır.”
Bu
noktada, 2nci soru cevabında kullanmış olduğumuz “Müellif, bu ilimler birlikte
okutulacak demiyor” cümlesini; “bu
ilimler birbiriyle barıştırılarak okutulacak” şeklinde tavzih etmek gerekir.
Ayrıca, bu üniversitede dinȋ ve sosyal bölümler dışında, mühendislik ve tıp
gibi bölümler yer aldığı takdirde; eğitim programında dinȋ ilimlerin ağırlıklı
olarak yer almasına işaret eden yukarıdaki beyanlar çerçevesinde, bu bölümlerde
dinȋ ilimler ne ölçüde ve şekilde yer alacaktır? Hazırlık sınıfı gibi bir çözüm
olabilir mi?
Bu gibi konular üzerinde ayrıntılı çalışmaya ihtiyaç vardır.
Bu gibi konular üzerinde ayrıntılı çalışmaya ihtiyaç vardır.
Teşkilat şeması ve eğitim programı ile ilgili öneriler ve muhtemel
riskler ayrı bir makale konusudur.
Medresetü’z-zehra Üniversitesinin eğitim programı hazırlanırken, diğer
İslȃm ülkelerinde uluslararası tecrübeye sahip bilim adamlarının düşünceleri de
dikkate alınmalıdır. Meselȃ, çağdaş bilim adamlarından Malezyalı Prof. Osman
Bakar’ın, “İnsan Yayınları” tarafından dilimize çevrilen; “İslȃm Bilim Tarihi
ve Felsefesi” adlı eserin ek’inde yer alan, “21. Yüzyılda Bir İslȃm
Üniversitesinde Uygulamalı Bilimler ve/veya Mühendislik Bilimleri Felsefesi
Dersleri İçin Sıhhatli Bir Müfredȃt Tasarlamak” başlıklı, bölüme bakılabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder