17 Ekim 2014 Cuma

Medresetü’z-zehra Eğitim Modeli


El-Ezher

Not: Bu makale 18-18-26 Kasım 2013 tarihlerinde üç bölüm halinde yayımlanmıştır.

Medresetü’z-zehra eğitim modeli ( 1)       
Beşer hayatında en temel mesele eğitimdir. Geçmişte, medrese ile mektebin ayrılması; bir kanatta cehalet, diğerinde taassuba yol açmıştı. Günümüzde, Pakistan gibi bazı ülkeler hariç tutulursa,  Türkiye başta olmak üzere, birçok İslȃm ülkesinde  medreseler eski fonksiyonunu yitirmiş ve sayıları çok azalmıştır. (Türkiye’de 1924 yılında resmen kapatılmış olsalar da bazı bölgelerde gayr-ı resmȋ şekilde varlıklarını sürdürmüşlerdir.) En etkin medreselerin başında gelen Mısır’daki El-Ezher Medresesi de 20. asrın ikinci yarısında üniversiteye dönüşmüştür.

Eskiden mekteplilerle medreseliler arasında, taassup-cehalet çatışması şeklinde tezahür eden ayrışma; zaman içinde tüm cemiyeti kapsayacak şekilde derinleşmiş, hayat tarzı ve felsefesiyle, biri seküler veya ırkçı bir anlayışa sahip, diğeri dinȋ hassasiyeti olan, birbirinden farklı iki zıt grup oluşmuştur. Bu iki kesimi uzlaştırarak, barış içinde birlikte yaşamalarını sağlayacak olan ancak doğru bir eğitimdir. 

Bediüzzaman Said Nursi, bundan bir asır önce, bu konuda , “Medresetü’z-zehra”  adını verdiği bir eğitim modeli önermişti.  “Münazarat” adlı eserinde, “Medresetü’z-zehra” namını verdiği ve “Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak.” şeklinde genel çerçevesini çizdiği bu eğitim kurumunun önemini, soru-cevap tarzında anlatmaktadır.    
Ayrıca, Emirdağ Lahikası adlı eserinde yer alan; “Reis-i Cumhura ve Başvekile” başlıklı bir mektupta; “Medresetü’z-zehra” projesinin İslȃm ȃlemi için ehemmiyeti açıklanmaktadır.
Kanaatimce, günümüzde böyle bir eğitim modeline duyulan ihtiyaç azalmamış, daha da artmıştır.

Bilindiği gibi Bediüzzaman, Osmanlı’nın son dönemlerinde Sultan Reşad zamanında ve Cumhuriyetin hemen öncesinde, devlet erkȃnını Şarkta bir eğitim kurumunun tesisine ikna etmişti.  
Sultan Reşad zamanındaki teşebbüs, I. Cihan Savaşı sebebiyle; Cumhuriyetin başlarındaki ise Şeyh Said hadisesi ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu gibi sebeplerle akȋm kalmıştır.

Meclis tutanaklarındaki şekliyle; “Van’da Medresetü’z-zehra namıyla bir darü’l-ulum-ı İslâmiye inşa ve küşadı (açılması) ve masarif-i inşaiyesi içün... 1339 (1923) senesi Şer’iye ve Evkaf büdcelerine yüz elli bin lira idhal edilmesi” ni öngören,  17.02.1923 tarihli kanun teklifi,  TBMM Genel Kuruluna havale edilmiş ise de kanunlaşamayarak 1925 yılında kadük olmuştur.

Söz konusu teklifin Maarif Encümeni yerine, Şer’iye ve Evkaf Encümeninden geçmesi ve adının “Darü’l- ulum-ı İslȃmiye” yani, “İslȃmî İlimler Fakültesi” olması, sadece dinȋ bir eğitim müessesesi olarak düşünüldüğünü göstermektedir. Bu durumda, şayet tasarı o haliyle yasalaşmış olsa idi, acaba Bediüzzaman’ın amacını karşılayabilir miydi, doğrusu, bundan şahsen emin değilim.

Daha sonraki yıllarda, Cumhurbaşkanlarınca, 1 Kasım günleri yapılan Meclis açış konuşmalarında, Doğu Anadolu Bölgesinde bir üniversite kurulması konusu, tekrar gündeme gelmiş ve bilhassa Demokrat Partinin iktidara gelmesiyle ciddi olarak programa alınmıştır. Şöyle ki;

1 Kasım1937’de Meclis açış konuşmasında,  Reis-i Cumhur M. Kemal tarafından üniversitelerle ilgili çalışmalar sıralanırken: “...ve doğu bölgesi için, Van Gölü sahillerinin en güzel bir yerinde, her şubeden ilkokullar ile ve nihayet üniversite ile modern bir kültür şehri inşa yolunda, şimdiden fiiliyata geçilmelidir.” şeklinde bir ifade yer almaktadır. 
İsmet İnönü döneminde (Kasım 1938 – Mayıs 1950), Doğu Üniversitesinden söz edilmiyor.

1950 yılında, yeni Reis-i Cumhur C. Bayar, 1 Kasım Meclis açış konuşmasında; M. Kemal’in 1937 yılı konuşmasına atıfta bulunarak, yukarıda yer alan ifadeyi aynen tekrar etmiştir. Sonraki yıllarda, C. Bayar’ın söz konusu açış konuşmalarında, bu konunun şu şekilde geliştiği görülmektedir:

1 Kasım1952; “... Yüksek Meclisinizce kabul buyurulan ödenekle, mütehassıs bir  «ilim heyetine», icabeden tetkikler yaptırılmış ve neticede: Doğu’da bir üniversite kurulması için lȃzım gelen şartların mevcut olduğu... kanaati teyit edilmiştir. Müstakbel Doğu Üniversitesinin kuruluş kanunu tasarısı hazırlanarak, yüksek tasvibinize arz olunmuştur.”

 1 Kasım 1953; “... Doğu’da bir üniversitenin kurulması için yapılan hazırlıklar tamamlanmış; ...Bu büyük ve yeni kültür müessesemize, yeni Türkiye’nin ve inkılȃpların bȃnisi büyük şahsiyetin ismine izafeten, «Atatürk Üniversitesi» adını vermeyi uygun bulurum.”

1 Kasım 1955; “...Atatürk Üniversitesinin hazırlıkları ilerlemektedir. Bu büyük davayı gerçekleştirmek için, «Nebraska» Üniversitesi ile Türk mütehassısları müşterek çalışmalarına başlamışlardır... en geç 1958 yılında tedrisata başlanacaktır.”  (Not: Konuşma metinleri Resmi Gazete arşivinden alınmıştır.)

50’li yıllarda, DP Hükümetinin Doğu’da bir üniversite kurma teşebbüsünün; Bediüzzaman tarafından yakȋnen takip edildiğini, tasvip ve teşvik gördüğünü, Emirdağ Lȃhikasında yer alan konu ile ilgili birçok mektuptaki beyanlardan öğrenmekteyiz. Misȃl olarak:

“Heyet-i Vekileye (Bakanlar Kuruluna) ve Tevfik İleri'ye (Milli Eğitim Bakanı) arz ediyoruz ki: Şark Üniversitesi hakkında çok kıymettar hizmetinizi Üstadımıza söyledik. O dedi: Ben hasta olmasaydım, ben de o mesele için vilâyat-ı şarkiyeye gidecektim. Ben bütün ruh u canımla Maarif Vekilini tebrik ediyorum...”   

“Doğu Üniversitesi Hakkında Tahrifçi Bir Gazeteye Cevaptır. ...Şimdi Atatürk Üniversitesi namı verilen bu darülfünunun küşadına üstadımız Said Nursî 50 seneden beri büyük bir gayretle çalışmıştır. ... Sultan Reşad, bu Darülfünunun inşası için 19 bin altın tahsis etmiş, Van'da Üstadımız temellerini atmıştı. Fakat Harb-i Umumînin vukuuyla geri kalmıştı. Sonra devr-i Cumhuriyetin iptidasında...  Üstadımız tekrar teşebbüse geçmişti...  Şark Darülfünununun tesisi için 150 bin banknotun 200 mebustan 163 mebusun imzası ve Mustafa Kemal'in tasdikiyle verilmesine karar verilmişti. Demek ki, şarkın en mühim meselesi o zaman o üniversiteydi. Şimdi yirmi derece daha ziyade ihtiyaç var. Nihayet yine Üstadımızın maddî ve mânevî gayret ve teşvikleri neticesiyle yapılmasına bu hükûmet-i İslâmiye zamanında karar verildi. ...Üstadımızın hastalığı münasebetiyle hizmetinde bulunan Nur talebeleri”
“Reis-i Cumhura ve Başvekile, ...Reisicumhur gayet mühim mesâil-i siyasiye içinde Şark Üniversitesini en ehemmiyetli bir mesele yapıp hattâ harika bir tarzda altmış milyon liranın o üniversiteye sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmetle...”  
“Mâdem elli beş sene bu meseleye bütün hayatını sarf etmiş ve bütün dekaikiyle ve neticeleriyle tetkik etmiş bir adamın bu meselede reyini almak ve fikrini sormak lâzım gelirken, Amerika'da, Avrupa'da bu meseleye dair istişareye kendinizi mecbur bildiğinizden, elbette benim de bu meselede söz söylemeye hakkım var... Said Nursȋ”


Özellikle bu son beyanattan, söz konusu üniversitenin kuruluş çalışmalarının, Bediüzzaman tarafından çok yakından takip edildiği ve hatta Hükûmetin bu konuda yabancılarla istişare yaptığı bilgisine dahi sahip olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim C. Bayar’ın 1955 yılı konuşmasında da geçtiği gibi, yapılan görüşmeler sonucu, Amerikan’ın Nebraska Üniversitesi ile teknik yardım ve işbirliği anlaşması sağlanmış ve adı geçen üniversiteden gelen öğretim elemanları on yıllık bir süre ile eğitimde görev almışlardı. (Devam edecek)

Medresetü’z-zehra eğitim modeli (2)            
Medresetü’z-zehra’nın teessüsünden beklenenin ne olduğuna baktığımızda, iki temel amacın bulunduğunu görüyoruz:

Birincisi: Fen ilimlerinden habersiz eğitim gören medrese ehlinde meydana gelen taassubu ve dinȋ ilimlerden mahrum mekteplilerde oluşan cehaleti ortadan kaldırarak, bu iki kesimin barışmasını sağlamak.
Diğeri: Osmanlı coğrafyasında; Arap, Kürt ve Türkler arasında kavmiyetçilik fikri ile meydana gelmesi muhtemel tefrikanın önlenmesi ile bu unsurların kaynaşmasını sağlamak.

Emirdağ Lahikasında, “Reis-i Cumhura ve Başvekile” başlıklı mektupta geçen, “...bir İslâm üniversitesi Asya'da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan'daki milletleri, menfi ırkçılık ifsat etmesin.”  şeklindeki ifadeden; ikinci amacın şümulünün genişletildiğini ve sadece dar bir bölgeye değil, geniş bir İslȃm coğrafyasına hitap edecek şekilde, bir “İslâm üniversitesi” olarak tanımlandığını görüyoruz.
Son zamanlarda, Medresetü’z-zehra ile ilgili birçok makale kaleme alındığını ve çeşitli platformlarda görüş beyan edildiğini görmekteyiz. Tekrara girmeden, bu konuda akla gelen birkaç soruya cevap bulmaya çalışalım.

1. Soru: Medresetü’z-zehra Üniversitesinde” eğitim dili ne olacaktır? Bazılarının iddia ettiği gibi, çok dilli (üç dilde) bir eğitim söz konusu mudur?

Bu sorusunun cevabını verirken, yukarıda belirtilen ikinci maksadı göz önünde tutmak gerekir. Çok dilli eğitim; aynı eğitimin farklı dillerde yapılmasıdır. Meselȃ, (A) Üniversitesinin Tıp Fakültesi çatısı altında,  İngilizce ve Türkçe eğitim veren bölümlerin aynı anda yer alması gibi. Yani, bir bölümdeki öğrenciler eğitimi İngilizce görürken; diğer bölümdekiler, aynı eğitimi Türkçe olarak almaktadırlar. Bu durumda çok dilli eğitimden söz edebiliriz.

Diğer yandan, aynı Üniversitenin meselȃ İlahiyat Fakültesinde, eğitim dili Türkçe olmakla birlikte;  zorunlu ders olarak Arapça ve seçmeli ders şeklinde de Farsça dilleri öğretilmektedir. Bu durumda eğitim tek dilde yapılmakta, fakat aynı zamanda birden çok dil öğretilmektedir.
Ülkemizde birçok Üniversitede her iki uygulamanın örnekleri bulunmaktadır.

Şayet, “Medresetü’z-zehra”da Arapça, Türkçe ve Kürtçe dillerinde, çok dilli bir eğitim öngörülmüş olsaydı, Müellif-i Muhterem bunu açıkça ifade eder, bu dilleri “vacip-caiz- lâzım” şeklinde kategorize etmezdi. Bu tasniften çıkarılacak sonuç: Arapçanın, vacip yani zorunlu ortak eğitim dili olması; Türkçenin, resmȋ dil olması sebebiyle, mezunların devlette görev alabilmesi için, öğretilmesinin lâzım yani gerekli olduğu; Kürtçenin de, Medresetü’z-zehra’nın tesisinin öngörüldüğü bölge halkının çoğunluğunun ana dili olması sebebiyle caiz, yani isteyenlere bu dilin eğitiminin verilebileceğidir.
Aksi takdirde; eğitimin ortak bir dil yerine, üç dilde ayrı ayrı yapıldığı, çok dilli bir müessesede, farklı unsurlar arasında amaçlanan kaynaşma sağlanamaz.   

2. Soru: Medresetü’z-zehra” modelinde öngörülen eğitim sistemi nasıl olacaktır? Amaçlanan, fen ilimleri ile din ilimlerinin bir arada okutulması mıdır?

“Medresetü’z-zehra” modeli eğitim sisteminde esas olan; fen ve din ilimlerinin birlikte okutulması değil, bu ilimlerin birbiriyle “mezc ve derc” edilerek okutulmasıdır. Yani, aralarındaki çelişkilerin ortadan kaldırılarak, birbiriyle uyumlu hale getirilip kaynaştırılması ve böylece yukarıda belirtilen taassup ve cehaleti ortadan kaldıracak şekilde bir eğitimin uygulanmasıdır.

Bu noktada; son zamanlarda piyasaya sürülen ve çokça eleştirilen niteliksiz sadeleştirme çalışmalarında yapılan hatalar gibi, orijinal metinde geçen “Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc” ibaresini; “fen ve din ilimlerinin birlikte okutulması” şeklinde ifade etmek hatalı olur.  
Çünkü Müellif, bu ilimler birlikte okutulacak demiyor, bu ilimler “mezc ve derc” edilmelidir, diyor. Bunun anlamı: Bu dersler arasındaki çelişkiler giderilerek, birbiri ile uyumlu hale getirilmelidir. Bu manayı doğrulayan ifade: “Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder” beyanıdır. İmtizaç, çelişkilerin giderilmesi ile sağlanabilir. 

Bu ibareyi, fen ve din derslerinin birlikte okutulacağı, şeklinde anlamak; “İmam Hatip Okulu” gibi bir modelin hedeflendiği manasına gelir. Fen ve din ilimlerinin birlikte okutulması, lise düzeyinde bir dereceye kadar mümkün olsa da, ihtisas çağında, böyle bir üniversite modeli gerçekçi olmaz.
Yüksek öğretimde, din ilimleri tahsil edecek talebenin, temel fen bilgilerine sahip olması ve fen dalında eğitim görecek olanların, temel dinȋ bilgilere sahip olması, elbette gereklidir. Fakat bu ihtiyaç, üniversite öncesi eğitimde sağlanmış olmalıdır.

Söz konusu iki ilim dalına ait derslerin, mevcut haliyle birlikte okutulması durumunda, meselȃ; Beşer tarihini altı-yedi bin yılla sınırlayan dinȋ bir ders ile yeryüzünde sekiz- on bin yıldan daha eski pek çok yerleşim yeri kalıntılarının bulunduğunu anlatan bir arkeoloji dersinin, aynı çatı altında birlikte okutulması, aradaki çelişkiyi gidermez, artırır. 

Açıkçası, bu altı-yedi bin yıl meselesi İsrailiyat değil ise tevil ve tefsire muhtaçtır. Günümüzde yapılan arkeolojik kazılar ve karbon testi gibi ilmȋ çalışmalar, beşer tarihinin altı-yedi bin yılın çok ötesine geçtiğini göstermektedir. (Bediüzzaman, beşer tarihinin yedi bin yıl olduğuna dair rivayetle ilgili olarak; Rumuzat-ı Semaniye adlı Risalenin son bölümlerinde önemli izahatta bulunmaktadır.)   

Bunun gibi, insanın balçıktan yaratıldığını anlatan bir tefsir dersi ile türlerin tekȃmülünden bahseden bir biyoloji dersini bir arada okutmak da şüpheleri gidermeyecek, artıracaktır.
Yapılacak iş; öncelikle bu iki ilim dalının aralarındaki çelişkilerin giderilerek, birbiri ile uyumlu hale getirilmesidir. Açıkçası; bir taraftan kȃinatın, haricî sebeplerle, tesadüfen veya kendi kendine var olmayıp, yüce bir Sanatkȃr’ın eseri olduğu, Tabiat Risalesi’ndeki gibi mantıkȋ delillerle izah ve ispat ile;  diğer taraftan, Cenab-ı Hak’kın takdiri ve kanunları dairesinde, Kȃinatta daimȋ bir tekȃmülün cereyan etmekte olduğunun ortaya konulmasıdır.

Elbette bu husus, Darwin’in iddia ettiği gibi tabiatçı bir bakış açısı ile değil ve fakat Muhakemat adlı eserinde “...hilkat-i âlem, kanun-u tekâmüle tâbidir.” diyen Bediüzzaman’ın tevhidî bakış açısı ile olmalıdır.
Bu arada, Darwin’den bir asır önce, varlıkların tekȃmülünden bahseden Erzurumlu İbrahim Hakkı ve benzeri İslȃm ȃlimleri de hatırlanmalıdır.  
Risale-i Nur Külliyatında, fen ve din ilimlerinin mecz ve derc edilmesi yönündeki çalışmalara ışık tutacak, ölçü ve rehber niteliğinde pek çok bilgi bulunmaktadır. Bu meyanda, “Akıl ve nakil teâruz ettikleri (çeliştikleri) vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur -Muhakemat” ve “...ȃlemde tekȃmül kanunu vardır... -İşȃrȃtü’l- İ’cȃz”. Ayrıca, 20. Söz’de ilmȋ keşiflere işaret eden, Peygamberlerin mucizelerinden haber veren ayetlerin tefsirleri ile 5. Şua’da, ȃhir zamanla ilgili hadislerin tevil ve tefsirleri zikredilebilir.

Fen ve din ilimleri arasında, birbiri ile alȃkadar sahalarda görülen çelişkiler izale edildiği ve din adamlarına temel fen bilgileri, fen adamlarına da temel dinî bilgiler verildiği takdirde sorun çözülecektir. Bu durumda, meselȃ, zelzele ile ilgili bir ayeti okuyan bir ilȃhiyat mensubu, zelzele hadisesini fennen açıklayan jeoloji diye bir ilim dalı olduğunu hatırlar; diğer taraftan, yer katmanlarının hareketlerini inceleyen bir jeolog, bu hareketlerin tesadüfen meydana gelmediğini, Cenab-ı Hak’kın fıtrat kanunları dairesinde cereyan ettiğini anlatan dinȋ metinleri düşünür. Böylece biri taassuptan, diğeri cehaletten kurtulmuş olur. (Devam edecek)

“Medresetü’z-zehra” eğitim modeli (3)                 
“Medresetü’z-zehra”nın eğitim modeliyle ilgili;

3. Soru: Emirdağ Lahikasında geçen; “Medresetü'z-Zehra mânâsında, Câmiü'l-Ezher üslûbunda bir darülfünun, hem mektep, hem medrese olarak bir üniversite için, tam elli beş senedir Risale-i Nur'un hakaikine çalıştığım gibi ona da çalışmışım” beyanındaki “Câmiü'l-Ezher üslûbu”ndan kasıt nedir?

Câmiü'l-Ezher, 10’ncu asırda, Fatimȋler tarafından, Şiiliğin neşri amacıyla, Kahire’de bir medrese külliyesi olarak tesis edilmiş, fakat bilahare, Eyyubȋlerin Mısır’a hȃkim olması ile Sünnȋ anlayış benimsenmiş,  eğitim ve fetvalar Sünnȋ görüşe göre verilmiştir. Asırlarca, İslȃmî ilim merkezi olarak; Kur’an, Fıkıh, Mantık, Belagat, Astronomi gibi dersler okutulurken; 1960’dan sonra, Tıp, İşletme ve Mühendislik gibi fakülteler eklenerek üniversite yapısına dönüştürülmüştür.    
Kaynaklardan, 19.yüzyılın sonlarında yayına başlayan el-Menȃr adlı dergide, o devirde Ezher’i yetersiz gören Reşid Rıza ve M. Abduh gibi yenilikçi ȃlimlerin, bu müessesenin ıslȃhı konusunda makaleler yayımlamış olduklarını öğreniyoruz.

Üniversite Rektörünün (Şeyhinin) Mısırdaki darbe yanında tavır alması ve ayrıca üniversitenin web sitesinin İngilizce versiyonunun hȃlȃ yapım aşamasında olduğu gibi göstergelerden, mezkur zatların yenilikçi ıslah çabalarının kalıcı bir tesiri olmadığı söylenebilir. (http://www.azhar.edu.eg/)

Bu noktada, El-Ezher’in bugünkü durumu; Vahhabilik, Selefilik ve benzeri cereyanların etkisi ile Şia’ya karşı tavrı; ayrıca, Türkiye’de basılan Mushaflarla ilgili geçmişte vermiş olduğu menfi fetva ile son zamanlarda tartışma konusu olan bazı güncel fetvalar gibi hususlar üzerinde ayrıca durulmalıdır.

Acaba, Bediüzzaman Hz.lerinin “Ezher üslûbu’ndan” kastı, İslȃm ȃlemine hitap eden ve aynı zamanda fetva yetkisine sahip bir müessese olabilir mi? Dikkat edilirse; “üslûb” yani tarz, şekil olarak, Ezher’ alınıyor fakat “Medresetü'z-Zehra mânâsında” ifadesinden, “mânâ” yani anlam, muhteva (içerik) bakımından, yeni bir yapı düşünüldüğü anlaşılıyor.

Müellif-i Muhterem tarafından, Meşrutiyet sonrası 1910’lu yılların başında, Bitlis-Van-Diyarbakır üçgeninde bölgesel olarak tesisi önerilen bu müessesenin, daha sonra, 1950’li yıllarda; “...bir İslâm üniversitesi Asya'da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini... menfi ırkçılık ifsat etmesin.”  ifadesiyle, uluslararası bir vasıfta olması öngörülmüş olmasına rağmen; halen bu konu üzerine yapılan fikir beyanları, nedense bölgesel bazda kalmakta ve Emirdağ Lahikasında ifade edilen uluslararası nitelikte olması hususu pek fazla dikkate alınmamaktadır.
Netice itibariyle; kurulacak Medresetü'z-Zehra Üniversitesinin;  El-Ezher gibi İslȃm ȃlemine hitap eden ve önemli meselelere çözüm üreten (fetva yetkisine haiz); eğitim muhtevası ise medrese ile mektep manalarını kapsayacak şekilde olması, söylenebilir.  

4. Soru:  “Medresetü’z-zehra Üniversitesi”nin çatısı altında hangi fakülte ve bölümler yer alacaktır; Bu üniversitenin; “Hem mektep, hem medrese” vasfını taşıyabilmesi için, nasıl bir eğitim programı uygulanacaktır?
Ayrıca, başlangıçta bölgesel olarak düşünüldüğünde, üç dilden (Arapça, Kürtçe, Türkçe) söz edilmişken; geniş bir coğrafyaya hitap edecek bir İslȃm Üniversitesinde, bugünün global dünyasında, programa başka hangi dillerin eklenmesi gerekir?  

Takip edebildiğim kadarıyla, Medresetü’z-zehra üzerine yapılan sempozyumlarda sunulan tebliğlerde ve konu ile ilgili yayımlanan pek çok makale ve yazılarda, bir takım değerli fikirler serdedilmiş olsa da, bu sorulara tam bir cevap bulamadım. Yani henüz zarftan mazrufa, isimden içeriğe geçilememiştir.

Köprü Dergisi’nin arşivlerinde de konu ilgili bazı yazılar bulunmaktadır. 68’nci sayıda,  “Bir Model Olarak Medresetüzzehra Projesi” başlıklı oldukça muhtevalı bir makale yayımlanmış, fakat orada da “Bediüzzamanın, üç dilde tedrisat yapılmasını öngördüğü ve DP zamanında Doğu Üniversitesi konusunda yabancılarla istişare yapılmasını tasvip etmediği” gibi bir yargıya varıldığı görülmektedir.

Netice itibariyle: Medresetü’z-zehra’nın teşkilat şeması ve müfredat programı konusunda ciddi anlamda plȃnlı- projeli akademik çalışmalara ihtiyaç bulunmaktadır. Bu hususta, özellikle Risale-i Nur’a vakıf, İslȃm ȃlemi ve Batıdaki eğitim kurumlarının yapısını bilen; eğitimci akademisyenlere önemli görevler düşmektedir. Ancak iyi bir ekip çalışması ile Bediüzzaman Hz.lerinin öngördüğü şekilde bir eğitim kurumunun, teşkilat şeması ve müfredat programı ortaya çıkarılabilir.     

Son zamanlarda çeşitli zeminlerde, Medresetü’z-zehra Projesi’nin hayata geçirilmesi yönünde talepler dile getirilmektedir. Şayet bir gün bu talepler karşılık bulur ise, bu üniversitenin teşkilat yapısı ve eğitim programları konusunda, daha fazla gecikmeden, gerekli çalışmalar şimdiden başlatılmalıdır.
Bu çalışmalar yapılırken, kuşkusuz, temel kaynak olarak; tümüyle Risale-i Nur Külliyatı, özellikle de; Münazarat, Muhakemat, İşarat-ül İ’caz ve Tabiat Risalesi gibi eserler esas alınacaktır.  Bu bağlamda aşağıdaki beyanları göz önünde bulundurmak gerekir:

“...fünun-u cedide yanında ulûm-u diniye de lâzım ve elzemdir.” “...Şarkın terakkiyatı din ile kaimdir.  Başka vilâyetlerde sırf fünun-u cedide okutturursanız da, Şarkta... ulûm-u diniye esas olmalıdır."
 “...Şark Darülfünununun ilk müteşebbisinin bir ders kitabı olan ve ulûm-u müsbete ve fenniye ile ulûm-u imaniyeyi barıştıran ve bu otuz seneden beri bütün filozoflara meydan okuyan...  Risale-i Nur'un...” “... Ulûm-u diniye o üniversitede esas olacak.”
“...Ehl-i medrese, ehl-i mektep, ehl-i tekkenin musalâhalarıdır. Tâ, temayül ve tebadül-ü efkâriyle lâakal maksatta ittihad eylesinler.”   
 “...Şark Üniversitesinin bir nevi programı olmaya lâyık üssü'l-esas dersi ise, Kur'ân-ı Hakîmin hakaik-i imaniyesini tefsir eden ve bütün meselelerini, fünun-u akliye ile ve delâil-i mantıkıye ve müsbete ile tesbit ettiren ve mâkulâtla ders veren Risale-i Nurdur ki, yeni asrın üniversitelerinde ve mekteplerinde okutulmaya şâyandır.”

Bu noktada, 2nci soru cevabında kullanmış olduğumuz “Müellif, bu ilimler birlikte okutulacak demiyor”  cümlesini; “bu ilimler birbiriyle barıştırılarak okutulacak” şeklinde tavzih etmek gerekir.

Ayrıca, bu üniversitede dinȋ ve sosyal bölümler dışında, mühendislik ve tıp gibi bölümler yer aldığı takdirde; eğitim programında dinȋ ilimlerin ağırlıklı olarak yer almasına işaret eden yukarıdaki beyanlar çerçevesinde, bu bölümlerde dinȋ ilimler ne ölçüde ve şekilde yer alacaktır? Hazırlık sınıfı gibi bir çözüm olabilir mi?
Bu gibi konular üzerinde ayrıntılı çalışmaya ihtiyaç vardır.

Teşkilat şeması ve eğitim programı ile ilgili öneriler ve muhtemel riskler ayrı bir makale konusudur.

Medresetü’z-zehra Üniversitesinin eğitim programı hazırlanırken, diğer İslȃm ülkelerinde uluslararası tecrübeye sahip bilim adamlarının düşünceleri de dikkate alınmalıdır. Meselȃ, çağdaş bilim adamlarından Malezyalı Prof. Osman Bakar’ın, “İnsan Yayınları” tarafından dilimize çevrilen; “İslȃm Bilim Tarihi ve Felsefesi” adlı eserin ek’inde yer alan, “21. Yüzyılda Bir İslȃm Üniversitesinde Uygulamalı Bilimler ve/veya Mühendislik Bilimleri Felsefesi Dersleri İçin Sıhhatli Bir Müfredȃt Tasarlamak” başlıklı, bölüme bakılabilir.  

Hiç yorum yok: